Tabut ve Yılan

  
                             

                                     Tabut ve Yılan

Öldüm. Durumumu açıklayacak daha iyi bir kelime aklıma
gelmiyor. Belki siz, aranızda istişareler de bulunup nihayetimle
ilgili daha uygun bir şeyler söyleyebilirsiniz. Firavunlardan beridir
söylene gelen insanoğlundaki kibirden nasibimi almış olmamdan
mütevellit kendimi dünyanın merkezinde hissettim hep. Şimdi görüyorum
ki, hayatın anlamının da ta kendisi bu! İnsanın kendisini, öteki her
bir insandan, her canlıdan, her bir şeyden daha iyi zannetmesi. Hatta
ailesinden, sevdiklerinden bile mühim...Halbuki yalan.


           Sadece iki gün öncesine değin, köyümün en saygı duyulan ya
da duyulması gerektiğine inandığım yegane kişiydim. Şimdi görüyorum ki
bir hiçim. Kıymetsiz, değersiz ve de yangından kurtarılacak son
şeymişim meğer... Daracık bir kutunun içinde, kendimi kıbleye çevirme
derdindeyim. Alimallah kıbleye sırtımı dönmesem bari! Bu zifiri
karanlıkta, ki ışık olsaydı bile fark etmeksizin pusulamı bulma gibi
imkanım maalesef yok! Dediğim gibi bir tabutun içinde, ölümü
bekliyorum. Üstelik her yerim sızlıyor. Kulağıma yılan tıslamaları
geliyor ya, zannediyorum ki yaptım hatanın ceremesini çekerken,
gayetten başka bir ses işitmeyi de beklemezdim zaten. Tam sağ
kulağımın dibinde; tıssss tısssss...


            Her şey o melun kapı yüzünden başıma geldi. O kapının bana
tabut olacağını bilseydim, keser, biçer sobada yakıp, kapısız
yaşardım. En olmadı masa yapardım... O kapı aylardır üst menteşesinin
vidasının gevşemesinden dolayı, açılıp kapanırken takılıyordu. O sabah
da bu özelliğini bildiğimden açmak için çok uğraşmamak için var
gücümle asılmam ile kafama inmesi bir oldu. Sıcak kan sol gözümü
kapladı. Kaşım açılmıştı ya ben kan durana kadar pamuk bastım. Kanın
durması ile de yüzümü yıkayıp evden çıktım. Öyle ya saygı değer
biriyim. Öyle bellemişim kendi kendimi. Kahvehaneye girer girmez sordu
bizim oduncu Tayfun kaşımın halini. Hani şu dayak yedikten sonra,
herkese 'kapıya çarptım' demek gibi klişe bir yalan vardır ya, he işte
o yalan yaktı başımı. Kapıya çarptım diyerek doğru söylesem
inanmayacaktı. Kaşımı yarmış olmam yetmezmiş gibi bir de dalga
geçecekti herifçioğlu Tayfun. Hayatta kaçırmazdı böyle bir durumu.
Bende o an ki ruh halimle; 'kavga ettim' dedim. Sadece bununla da
yetinmedim. İnandırıcı olsun diye fazla abartmamaya da çabaladım. İki
kişiydiler, biri ansızın sopayla kaşıma vurdu. Bende ikisini de
indirdim. Baktım inanmıyor, biri yaşlıcaydı dedim. Dilim tutalaydı,
kuşluktan yatsıya alay edilseydim de demeseydim. Ben dedim, Tayfun
nihayet inandı. Tabi, daha en başında talihsiz başlamış gün akşamına
şansım döner mi hiç? Dönmedi! Hatta evvelinden de kötüye döndü felek.

          Meğer komşu köyün, Muzafferoğulları aşiretinin Halil İbrahim
ağa dere kenarında on beş yaşındaki torunu ile dayak yemiş. Hemde öyle
böyle değil! Torunu komalık, kendisi felç olmuş. İkisi de masumiyetime
şahit, ikisi de dilsiz. Aşiretin izbandut gibi sırım adamlar, bir de
ellerine tüfekleri almış kapıma dayanmışlar. Ne ara yetiştirdi, en ara
dedikodu komşu köye kadar yayıldı da beni buldular. Ben nolduğunu
anlayamadan yerde buldum kendimi. Çoğu konuşmaksızın tekmeliyordu
beni. İçlerinden biri ise, tekmelemek ile yetinmeyip küfür ediyordu.
Her tekme de bir küfür. Ne vakit ki, babamı ve yiğenimi dövdün dedi. O
vakit sabah ki yalanımı hatırladım. Bir de insan kendi yalanını
hatırlamaz derler! Durun ağalar yapmayın, benim suçum yok desem de
nafile. Herifler çok acımasız çıktı. Ormanın girişinde izbe bir yerde
kazma kürükle kendi mezarımı kazdırdılar bana. Ardından getirdikleri
tabutun içine sokup, gömdüler.

           Bağırarak havayı boşa harcamak istemem. Zaten bende talih
yok, kim geçecek bu tenha yoldan! En azından son nefes
alışverişlerimde dua edeyim derken, bu yılan sesi de ne yarabbi?
Giderek artan bu tıslama ile duaya nereden başlayacağıma karar
veremiyorum.

Tak! Tahtanın kırılma sesi!

            Omuzum da gerçek bir yılan. Sanki beni kurtaracakmış gibi
bu karanlık sımsıkı yumdum gözlerimi. Meğer kabir azabı böyle bir
şeymiş! Allah'ım bu nasıl bir korku, azametinden tirtitriyor ve sana
sığınıyorum yarabbi. Sen bağışla günahlarımı.

            Yılan omuzumu terkederek tıslayarak çıktı tabuttan.
Gözlerimi açınca, tabuta küçük bir delikten ışık girdiğini fark ettim.
Yılanın açtığı delik olmalı. Oh mis! Meğer hava bile insan için ne
büyük bir nimetmiş. Deliği kapatmaktan ödüm koparken, tüm gücümle
çıkmak, tabutu kırmak için cebelleştim. Ve en nihayetinde dışarıdayım.
Üstüm başım toprak olmuş bir halde, yürümeye mecalim kalmamış halde
dizlerimin üstüne çökmüş soluklanırken, Tayfun seslendi. 'Ne
yapıyormuşum burada'? Sana ne be adam demek vardı ya, 'yılan avlıyorum
kardeşim' dedim. O da inandı. Saf işte!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol